Bediüzzaman’ın Afyon hapsinden bir talebesi: Haşim Hoca (1922-1987)

Merhum Haşim Hoca’nın oğlu Cemal Demirkuş, babasının hatıralarını Yeni Asya’ya anlattı.

Afyonkarahisar Cezaevinde Bediüzzaman’ın okur-yazar olmayan, cinayetten mahkûm, güçlü, cesur, genç Haşim için “Haşim Hocayı çağırın!” demesi ile babasının, kendisinin ve oğlunun imamlık silsilesinin başladığını söyleyen 1953 Afyonkarahisar Karaaslan Köyü doğumlu, emekli imam-hatip Cemal Demirkuş, babası Haşim Hoca’nın Afyonkarahisar Cezaevi hatıralarını babasından duyduğu kadarıyla anlattı.

Konuşmaya başlarken Cemal Hoca, anlatacağı konularda hilâf-ı hakikat olmaması konusunda hassasiyetini ve hakikat mesleği olan Risale-i Nur’un ruhuna ve Üstadın prensiplerine uygun olmasının şuuru ve bilinci içerisinde olduğunu ifade etti.

CEZAEVİNDE “DAM ÇAVUŞLUĞU”…

Babam 1922 doğumlu, 210 cm boyunda, iri cüsseli, gösterişli, dirayetli, otoriter, cesur, müstebit bir insanmış. Cinayet suçundan idamla yargılandığı Afyonkarahisar Cezaevinde bu vasıflarıyla kısa zamanda “Dam Çavuşu” tabir edilen bütün mahkûmların sorumlusu unvanını almış. Cezaevinin iç düzeni, asayişi ve otoritesi ona aitmiş. Küsleri barıştır, kavga edenleri ayırır, suç işleyenleri de gardiyanlara teslim etmez, kendisi hem korur, hem de cezalandırır, gerekirse dövermiş.

Babam, 30 sene mahkûmiyet almış, 4-5 senedir cezaevinde yatarken, mahkûmların olduğu yerden idare katına, revire, berberhaneye rahatça gidip gelebilmekte, hatta berberhanenin hesabından sorumludur.

ÜSTAD’LA İLK TANIŞMA

28 Ocak 1948’de soğuk bir kış gününde babam, cezaevinin idare bölümünde sivillerle oturdukları bir sırada Bediüzzaman’ı Emirdağ’dan Afyonkarahisar Hapishanesine getirmişler. Jandarmalar demir kapılardan Bediüzzaman’ı içeri bırakıp geri dönmüşler. Giyimiyle, duruşuyla, vakarıyla yaşlı bir âlimin içeri girmesiyle babam ve yanındakiler gayri ihtiyari ayağa kalkmışlar. Üstad, önceden hazırlanmış, idarî katta bulunan revire geçmiş.

Kısa bir süre sonra babam, Bediüzzaman’ın arkasından revire gitmiş ve kapıyı çalıp içeri girmiş ve ayakta durup Üstada bakmış. Soğuk odada, karyolanın kenarına tek başına oturmuş, yaşlı, zayıf, mübarek, kimsesi olmayan bir insanın vaziyetini görünce üzülmüş. Bir an bakışmışlar.

Haksızlığa dayanamayan babam: “Ne istiyorlar bu gaddar zalimler senden?” diyerek zulme ve haksızlığa karşı tarafını belli etmiş…Kapıdan içeri giren uzun boylu, rahat tavırlı, tanımadığı genç bir delikanlı olan babama bu sefer de Üstad sormuş: “Peki sen ne istiyorsun?”

Babam ne diyeceğini bilemediğinden cevap veremiyor… Bir an sükût ve sessizlik oluyor. Üstad, elini kendi göğsüne koyara

k babama “Safa geldin” diyerek bu kısa karşılaşmaktan sonra çıkmasına izin vermiş.
Babam oradan çıkıyor ve cezaevindeki günlük yaşantısına dönüyor. Ancak içinde sebebini bilmediği bir kıvılcım, bir ateş başlıyor. Görüşmenin etkisiyle iç dünyasında kendini etkileyen, tarifi mümkün olmayan heyecanlar, fırtınalar, manevî inkılâplar oluyor.

O gece rüyasında Üstadı görüyor. Rüyada, Üstad karyolada oturmuş, önünde küçük bir su testisi var, yan tarafta demir paraları koyduğu küçük bir de tabaka bulunuyor. Üstad testiden su içiyor, testinin ağzını eliyle silerek babama da ikram ediyor. Para tabakasını göstererek de şu tabakadan para al, diyor. Sonra uyanıyor.
Cezaevinin idarî bölümü ile mahkûmların kaldığı bölümün ortasında yüksek taş duvardan çevrilmiş havalandırma avlusu varmış. Ertesi gün babam, müstesna bir şahsiyet olarak avluda elinde tesbihle mahkûmların arasında örflü, kabadayı bir edayla efelenerek olta atarken Üstad, pencereden görüyor. Oradakilere babamı göstererek “Bana Haşim Hocayı çağırın!” diye haber gönderiyor. İlk görüşmede babam ismini söylemediği halde ismen çağırıyor. O anda babam (eski-yeni) yazı bilmediği gibi hocalıkla da alâkası yokmuş. Gücü, cesareti ve heybetiyle mahkûmları hâkimiyeti altına almış, müstebit tam bir cezaevi ağası.

Üstadın idarî bölümüne rahatça geçip revire gelebileceğini bildiği babam, haber gelince heyecanlanıyor ve karışık duygular yaşıyor. Bir önceki gibi pervasızca, serbest bir tavırla değil kapıyı çalıp edeple, tevazuyla müsaade alarak içeriye giriyor. Saygılı bir eda ile ve nezaketle: “Buyurun efendim, beni çağırmışsınız” diyor.

RÜYADA GÖRDÜĞÜ AYNEN ÇIKIYOR

Babam içeri girince gece gördüğü rüyayı hatırlıyor ve odanın içine dikkatle bakıyor. Her şey rüyada gördüğü gibi tecelli ediyor. Üstad karyolaya oturmuş. Gür kaşlarıyla örflü, keskin bakışlarla vakarlı bir şekilde babama doğru bakıyor, konuşuyorlar. Önünde su testisi ve yan tarafta para tabakası bulunuyor. Üstad testiden su içiyor, testinin ağzını eliyle siliyor ve babama uzatıyor. Babam da su içiyor. Tabakayı işaret ederek, “Para al” diyor. Babam tabakadan para alıyor.
Üstad: “Dün sen bana bu gaddar zalimler senden ne istiyorlar dedin… ‘Sen ne istiyorsun?’ dedim. Sen cevap vermedin. ‘Himmet istiyorum’ diyecektin, demedin. İnşaallah sana verilecek. Molla Hüseyin Efendi gelecek, seni okutacak” demiş.

Kısa bir zaman sonra Hüseyin Hoca isminde Üstadın bir talebesi hapse giriyor. Babamı okutmaya başlıyor. Üstadın hapiste kaldığı yirmi aylık bir sürede babam hızlı bir eğitim alıyor. Dam Çavuşu, cinayet mahkûmu, herkesin titrediği meşhur kabadayı Haşim, Üstadın verdiği: “Haşim Hoca” unvanına kavuşuyor. Babamdan sonra ben ve oğlum Haşim de İmam-Hatip görevini ve mesleğini ifa etmemiz Allah’ın bir lütuf ve keremi, Üstadın himmeti ve duâsının neticesi.

BABAMA NE ZAMAN HAPİSTEN ÇIKACAĞINI SÖYLEMİŞ

Babam, 14 Mayıs 1950’deki genel aftan yararlanıyor. Ancak cezası çok olduğundan iki sene daha yatıp çıkıyor. Mahkûmiyeti kadar 30 yıl köylerde bilfiil imamlık yaptı, hakkı tebliğ etti. Üstad vefat edinceye kadar ziyaretini ve irtibatını kesmemiş.

Üstad hapisten çıkarken babamın kesinleşmiş 22 senesi varken 4 sene sonra çıkacağını söylemiş.
Bir gün Üstad, babama “Senin validen benim de validemdir. Haber gönder, bana yün çorap örüp getirsin” diyor. Babamın annesi 4-5 senedir cezaevine babamı ziyarete gelmemiş, görüşmemişler. Ertesi gün babaannem, cezaevine babamı ziyarete gelmiş ve beraberinde bir çift yün çorap getirmiş. Babam bakıyor, yün çoraplar kendi ayağına göre çok küçük. Alıp Üstada götürüyor, annesinin getirdiğini söylüyor. Üstad, çorapların ayağına göre olduğunu görünce: “Fesübhanallah, nasıl da bilmiş, nasıl da bilmiş” şeklinde hayretini ve memnuniyetini bildirmiş, duâ etmiş. Sonradan anlıyoruz ki, babama önceden küçük tabaka içinden verdiği para bunun mukabiliydi.

ÜSTADI TIRAŞ ETMİŞ

Üstadın tıraşını zaman zaman babam yaparmış. Rahmetli Sungur Ağabey’le tanıştığımızda bana söylediğine göre, babam Üstadı tıraş edeceği zaman Sungur Ağabeyle Mustafa Osman’ı da çağırırmış. Onlar yardım ederlermiş, hem de bu vesileyle Üstad’la görüşürlermiş. Babam Üstadın tıraş olduğu malzemeleri ömrünün sonuna kadar itinayla muhafaza etti. Şimdi ben de âcizane o malzemeleri saklıyorum. (Malzemeler: Ustura, tıraş sabunu, fırça, arko krem, kesik tıraş leğeni, Üstadın hediye ettiği, şemsiye ve el yazması cevşen) Sağlığında Sungur Ağabey bu malzemeleri bildiği için “Verir misin?” diye sormuştu. Ben de hatıra olarak kendimin muhafaza edeceğimi ifade etmiştim.

FARELERE YİYECEK VERİRMİŞ

Üstad yazdığı mektupları, Risale-i Nurları kibrit kutusuna koyarak pencereden ağabeylere atarmış, ya da babam gibi yanına girip çıkan güvendiği kişilerle talebelerine ulaştırıyormuş. Zaman zaman iki beyaz fare geliyormuş, Üstad onlara şefkat gösteriyor, yiyecek veriyormuş. Babam Üstadın yanında iken yine iki beyaz fare gelmiş. Üstad bu sıra hapiste “Elhüccetü’z-Zehra” (Onbeşinci Şuâ) Risalesini yazmaktadır. Fareler gelmişler, elindeki kaleme sürtünmüşler. Üstad farelerin kulaklarına kalemi hafiften vurarak “Bunlar da benim gibi ihtiyar, ben bunları besliyorum” derken evcil hayvanlar gibi fareler kulaklarını kısıyor, nazlanıyorlarmış.
Üstadın yazdığı küçük kâğıdı birden iki fare tutarak alıp götürmüşler. Bir iki dakika sonra Üstadın bulunduğu odaya baskın ve arama yapılmış. Hiçbir şey bulamamışlar. Bir müddet sonra fareler kâğıdı tekrar geri getirip bırakmışlar.
Daha sonra Üstad cezaevinden çıkarken farelere kantinden yiyecek alması için babama bir miktar para bırakmış. Babam da cezaevinden çıkarken Sülümenlili müebbet mahkûmu bir arkadaşına kalan parayı farelere yiyecek almaya devam etmesi için bırakmış. O arkadaşı, mahkûmiyeti boyunca her gün farelere yiyecek vermiş. Paranın son kuruşuyla ekmek almaya giderken, kendisinin Yargıtay’dan temyizden beraat kararının geldiğini öğrenmiş. Paranın bittiği gün, mahkûmiyeti de bitmiş, hapisten çıkmış.

“İŞTE HİMMET BUDUR!”

Babam hayatını, yaşantısını ve hizmetini Üstad’dan aldığı ölçüler, prensipler hatta himmetle yapmaya çalışıyordu. Küçük Çobanlı Köyünde imamlık yapıyordum. Bahçede balyozla tel örgü kazığı çakmaya çalışıyordum. Eşim de bana yardım ediyordu. Traktörler geçtiği için yerler mermer gibi sertleşmiş, kazık bir türlü geçmiyordu. Babam sandalyede oturuyordu. Bizim uğraştığımızı görünce geldi ve eline keseri aldı. Önce besmele çekti ve “Benim elim değil Bediüzzaman’ın eli” diyerek bizim balyozla çakamadığımız kazığı, yere keserle kolaylıkla çaktı ve bize dönerek “İşte himmet budur” dedi.

MUZAFFER KARAHİSAR (Yeni Asya Gazetesi)