Sürgünde sürgün vermek
Âlemlerin yüzü suyu üzerine yaratıldığı Efendimiz (asm) kurak, çorak, susuz ve kıraç bir çölün ortasında kâinatın en verimli tohumu misali Rabbi tarafından ekilmesi üzerine yeryüzünün en güzel ve mübarek bitkisi dinimiz İslâm filizlenmişti.
Şartlar çetin, imkânlar kısıtlı, yapılacaklar zor idi. Lâkin tohumu eken Allah (cc), tohum da Âlemlerin Efendisiydi (asm). Bütün olumsuzluklara rağmen insanların sinesinde iman filizi yeşeriyordu. Ne Ebu Lehebler, ne Ebu Cehiller engel olamadılar İslâm ağacının gönüllere yerleşmesine…
Aradan 13 asır geçti. Bu İslâm Âlemi dünyevî medeniyetten geri kaldığı gibi, elinde sadece imanî manada muhtevasını anlamadığı, geleneksel-şekil olarak sahip çıktığı Kur’ân dışında pek bir şeyi ve gücü kalmamıştı. Din düşmanları, dünyaca geri kalmış milletin elinden bu son kuvveti de alınırsa tamamen kurtulacağını düşünüyorlardı. Böyle bir zamanda öyle birisi vardı ki yetiştiği toprakların kısırlaştırılmasına, kuraklaştırılmasına, insanının elinden bu son kalenin çıkmasına gönlü razı olamazdı. “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim” diyerek büyük dâvâsının ilk tohumunu attı zamanın bağrına, 13 asır evvelki gibi. Ondandır ki O’na “Bediüzzaman” denildi, deniliyor ve denilecektir.
Ne var ki kış mevsiminde gelmişti. Hava soğuk, toprak verimsiz, mevsim kış olmasına rağmen “Tohum saç, bitmezse toprak utansın” misali başlamıştı hizmetine. Karşısında gül ve gülistanı istemeyen kötü niyetliler bu toprakların yeşermesine engel olmak amacıyla asrın bahçevanına hayatı dar edeceklerdi. Bilemediler, aldandılar.
Kaderde ilkin sürgün vardı. Van’dan alınıp Batıya, yolu yolağı olmayan ıssız Barla’ya sürgün ettiler. Bilemediler ki tohum isterse kayanın üstüne düşsün, Rabbimizin izniyle topraksız da sürgün verir ve fidana dururdu. Aynen öyle de oldu. Barla sürgününde Nur tohumları sürgün verdi, filizlendi. Adeta Gül Fabrikası oldu. Yetmedi cezaevlerini mesken tuttu.
Isparta Gül Fabrikası’nı yok etmeye (kötü) niyetlilerce dağ başında, yakında başkaca şehir ve uğrak yeri olmayan Kastamonu’ya sürgün ettiler. Nurlar ve müellifi Kastamonu sürgününde, dağ başında da olsa sürgün vermeye devam ediyordu. Baktılar olmayacak yine cezaevlerinde buldular çareyi.
Bununla da amacına ulaşamayan art niyetliler yeni planlarını devreye koydular. Sırada soğuğuyla meşhur Emirdağ’a sürgün vardı kaderde. Ne Bediüzzaman, ne Nurlar ayaza, soğuğa kışa aldırmadan gönüllerde sürgün olup filizleniyordu. Sürgün yine sürgün veriyordu. Yeşeriyordu tohum saçtığı her yer. Bir Hızır misali yetişiyordu, sinesi imana susamış kardeşlerine. Sürgünler filizleniyor, filizler fidana duruyordu. Sürgünler yetmezdi. Fidanları biçmek için tekrar cezaevlerine doldurdular. Medrese-i Yusufiyeler de bu bereketten yararlanacağını hesap edemediler.
Bilemediler ki bir yerde bir insan var ve nefes alıyorsa, ortam ve şartlar ne kadar namüsait olsa da Nur tohumu yeryüzüne atılırsa sürgün verirdi. Bir girdi yüz çıktı. Zemine dökülen tohumlar başak olup binlere ulaştı. Bir çınar idi milyon ormana döndü.
83 yıllık ömründe kendini hep başkasına adadı. Kendisini toprağın bağrına attı, karanlıkta kaldı, ıslandı, bedenini çürüttü ki başka fidanlar sürgün versin. Kara dünya orman olup yeşile dönsün. Hakikî iman hüküm sürsün yeryüzünde. Ne zaman ki küfrün beli kırıldı, onun da vazifesi bitti. Yapacağı dünyevî hizmet kalmadığından dedesi İbrahim Nebi’nin ateşe atılıp da İlâhî bir emirle ateşin yakmadığı Şanlıurfa’da Halilürrahman Dergâhında bedenini tohum misali bıraktılar toprağa. Yüce kimselerin ölümü dahi hizmet olurdu. O tohum ki ebediyete kadar sürecek Nur sürgünlerini vermeye devam edecektir inşallah.
Ona, o yüce tohumdan sürgün verip yeni sürgünler için toprağın bağrında tohum olanlara, sürgünlerde sürgün verenlere Allah rahmet eylesin, vermeye devam edenlere de selâm olsun.
Yiğit olmak zordur gülüm;
Bedeli; ya sürgün, ya zindan ya da ölüm.